6 Eylül 2013 Cuma

ÖLÜM 10: Edebiyata Tüneyen Haydut*



“Yazdıklarımı değerli değil de gerekli şeylermiş gibi yazdım. Yazma yeteneğimden kuşku duyduğumda bir başka yazarı okur ve endişe etmek için hiçbir neden olmadığına emin olurum.” (Bukowski)

 

                                                           *Ağaca Tüneyen Baron / İtalo Calvino

 

HZ. MUAMMAMETİN

 

“Bir şiirin yorumu başka bir şiirdir.”

 

 

Pers Kralı, kendine esir düşen Mısır Firavununu aşağılamak için bir plan yapar. Zafer alayını izleyecektir Firavun.

Firavun önce kızını hizmetçi olarak, elinde testiyle kuyuya doğru giderken görür.

Bu manzara karşısında tüm Mısırlılar dövünüp ağlarken Firavun kılını bile kıpırdatmadan taş gibi öylece durur.

Derken cellatlar tarafından idam sehpasına götürülen oğlunu görür ve yine tepki göstermez.

Oysa tüm bunlardan sonra esirler arasında itilip kakılan yaşlı hizmetkarını görünce Firavun kendini tutamaz ve birdenbire ağlamaya başlar…

Neden?

Bilinmiyormuş!

Walter Benjamin’in Heredotos’tan alıntıladığı bu hikayede Firavunun davranışının nedeni esas metinde yokmuş ve bu “ucu açık” metin bugüne kadar yorumlanagelmiş.

Montaigne hikayenin yazılışından 2000 yıl sonra, durumu şöyle açıklamış:
“O kadar kederliymiş ki kederindeki ufacık bir artış, duygularını zapt edememesine yetmiştir.”

Ondan 400 yıl sonra Walter Benjamin, birkaç farklı açıklama getirmiş:
“Kendi soyundan olanların yazgısı firavunu etkilemez, çünkü bu onun kendi yazgısıdır.”

“Gerçek hayatta kayıtsız kaldığımız şeyleri sahnede görmek etkiler bizi. Firavun için hizmetkarı yalnızca bir oyuncudur.”

“Kaderin büyüklüğü tıkar insanı ve ancak bir gevşemeyle birlikte dışa vurulabilir. Hizmetkarın görülmesi, bu gevşeme anıdır.”

60 yıl sonra bugünlerde (2007) şu yorumların eklenebileceğini söylüyor Hasan Ali Toptaş, Harfler ve Notalar adlı denemeler kitabında, kendi deyişiyle “olaya değişik açılardan bakarak”:

“Firavunu en çok kendi yaşına yakın olan insanın düştüğü durum etkilemiştir.”

“Gözlerinin önünde cereyan eden bu dehşet verici görüntüler yüzünden firavun aklını yitirme noktansa gelmiştir de, son bir gayretle aslında gördüklerinin hepsine birden ağlamıştır”

“İtilip kakılan yaşlı hizmetkarının görüntüsünde kendi geleceğinin siluetini görmüştür de o sırada hizmetkarı için değil de düpedüz kendisi için ağlamıştır.”

“Böylece” diyor Toptaş, “Heredotos’un yazmadığı bir cümle karşılığında 2460 yıl sonra birçok cümle yazılmış olur.”

 

İşte edebiyatta ucu açık metin takıntısı…

Muammametin hazretleri…

“Ucu açık metin yazmak bir tarzdır” dense sorun değil, ama ucu açık olmayan metin yazılamazmış, ucu açık olmayan metin edebiyat olmazmış noktasına getiriliyor, edebiyattaki diğer birçok takıntı gibi.

Yukarıdaki hikayede, doğru yorumun hangisi olduğu bence bellidir.

O kadar belli ki söylemeye gerek bile duymuyorum. (Böylece ben de metnimin ucunu açık bırakıyorum!)

Heredotos, hikayesinin ucunu açık bırakmasa da açıklama yapsaydı, metnin önünü kapamış olmazdı bence, çünkü her şekilde etkileyici bir hikaye ve etkileyici bir son. Bugüne kadar taşınmasının nedeni taşınsın diye bir şeyinin gizlenmiş olması mı, yoksa sağlam hikayesi mi…

Montaigne’in yorumu da (Hasan Ali Toptaş’ın ikinci yorumu da) düşünülebilir belki, ama, ana metne birkaç ayrıntı eklemek şartıyla ve ikinci ve üçüncü sıralar boş bırakılarak, dördüncü açıklama olarak falan…

Firavunun ağlamaya başlaması için başka birini değil de hizmetkarını görmesi, bizi hikayenin “gizine” taşıyacak ipucudur çünkü. Yoksa şöyle de olabilirdi: Firavun oğlunu 20 kırbaç yerken seyredebilir ve hiçbir keder belirtisi göstermezdi yine. Kırbaçlanma bittiğinde seyircilerden belki bir çocuğun yerden bir taş alarak oğlunun sırtına fırlatması, Montaigne’in sözünü ettiği o “kederdeki ufacık artış” durumunu gerçekleştirebilir ve o zaman ağlayabilirdi Firavun, çünkü kendisini 20 kırbaca hazırlamıştı, o taş –ve onu bir çocuğun atması- bardağı taşırmıştı.

Benjamin’in diğer iki yorumu ve Hasan Ali Toptaş’ın yaşlılıkla ilgili, aklını yitirmekle ilgili, egoizmle ilgili yorumları “aşırı yorum”dur bence.

Katil bellidir, ipucu ortadadır. Yazar, katili açıkça söylememiştir sadece, olayı gereksiz yere faili meçhul durumuna getirmeye gerek yoktur.

Böyle yaparak, edebiyatçının (edebiyatın değil) başka bir takıntısını daha sergiledikleri söylenebilir: “Edebiyat cevaplar vermez, hep sorular sorar” takıntısı…

O da başka bir yazının konusu…

Bu yazı, B. S. Johnson’dan şu alıntıyla bitebilir: “Ben fikirlerimin yoruma en az fırsat kalacak biçimde dile getirilmesini isterim. Gerçekte daha da ileri giderek diyebilirim ki, bir okur kendi imgelemini benim sözcüklerime ne kadar dayatabiliyorsa, o yazı o derece başarısız olmuştur. Kendi imgeleminden çıkardığı şeyi değil, benim görümü görmesini isterim onun. Başkalarının fikirlerini kabul etmedikçe ilerleme nasıl düşünülebilir. Kendi imgelemini dayatmak istiyorsa o zaman otursun kendi kitabını yazsın. Okur karşıtı bir şey olduğu düşünülebilir bunun; fakat biraz daha düşünülürse gerçekte benim yaptığım şey okuru kendi varlığını elle tutulur biçimde kanıtlamaya çağırmaktır, ben yazarak kendi varlığımı nasıl kanıtlıyorsam.”

 

 






HZ. MUAMMAMETİN ÜZERİNE KONUŞMALAR

 

Mrs D

Aslında bu yazıdaki firavunun ağlamasına ilişkin en doğru yorum bence Walter Benjamin'in ilk yorumu. Firavun kendi soyundan olanlara ağlamaz.

Bu biraz da iktidar olmak ve otoriteyle ilgili. Hizmetkar başka bir sınıftandır. Daha aşağı bir sınıftandır. Hükümdara ağlanmaz. Otoriteye ağlanmaz ve gülünmez. İktidar kitleyi affeder, aşağılar, ona acır. Ama oğlu ve kızı iktidarının bir parçasıdır. Bu yüzden hizmetkara ağlar. Ve hükümdar ve soyu oyunun sahneleyicisidir. Halk sahnede oyuncu. Sergilenen oyuna ağlar Firavun.

 


Demek Benjamin'in ilk yorumunu doğru buldunuz, ilginç!

Ama son cümlenizden sanki ikinci yorumunu da doğru bulmuşsunuz gibi geldi, öyle mi? Yani, hizmetkarın firavunun gözünde sadece bir oyuncu olması yorumu?

 


“Kendi soyundan olanların yazgısı firavunu etkilemez, çünkü bu onun kendi yazgısıdır.”

“Gerçek hayatta kayıtsız kaldığımız şeyleri sahnede görmek etkiler bizi. Firavun için hizmetkarı yalnızca bir oyuncudur.”

Walter Benjamin’e tamamen katılıyorum diyemeyeceğim. Hizmetkar firavunun soyundan değil, ama aslında kendi yazgısında ağladığı şey iktidarını kaybetmek. İktidarın kaybı hizmetkarla tamamlanıyor. İkinci yorum ise birinciyi tamamlıyor. Oyunu sahneleyen Firavun hizmetkar sadece oyuncu.

 


İktidarın kaybı hizmetkarla tamamlanıyor...

Bu da ilginç bir yorum... Aklıma baba ve firavun gibi iki farklı yönetici tarzının iktidar farklarını getirdi: Bir baba soyundan olanlarla ilgilenir, firavun ise soyu dışında da bir dolu "bakmakla yükümlü olduğu" diyelim, insanla...

Sizin deyişinizle, iktidarını bir babadan fazla kaybetmesine ne neden olur? Soyunun dışına, tebasına da yayılması, iktidar kaybının...

Yani düşününce nerelere gidiliyor…

Benim bu yorumumun da ilk metinle çok ilgisi yok bence, ancak kendi yazacağım bir metinde buralara gidebilirim, tabii, mutlaka, başka ayrıntılar ekleyerek ilk metne...

İkinci yorumun birinciyi tamamlaması düşüncenizle gittim buralara tabii, “yaratıcı” bir yorum bu sizinki... Tabii yine ilk metinden artık bağımsız...

“Oyunu sahneleyen Firavun, hizmetkar sadece oyuncu.” deyişinizden hareketle: Oyunu sahneleyen filozof değil ama…

 


Pers kralının aşağılama planı dahilinde: Mısır halkını firavunun kızını hizmetkar olarak görmesi ağlatırken, Firavun da kendi hizmetkarının esirler arasında itilip kakılmasına ağlıyor. Tapılan birini başkasına hizmet eder durumda görmek ve sana hizmet eden birininde başkası tarafından itilip kakılmasını görmek. Herkes kendi varoluşuyla ilgili bir kayıp duygusu yaşıyor bence.

 


Firavunun varoluşunu kızından çok hizmetkarına bağlamak, doğru mu sizce...

Ah bakın ne geldi aklıma: Firavun hizmetkarına âşıktır...

 


Metinden çıkardığım buydu benim. Kendi fikrim karıştı mı içine dersiniz?
Firavun hizmetkarına aşıksa Mısır halkı da firavunun kızına mı aşık bu durumda? Arada karşılıklı bir ilişki var ama bunun aşk olduğunu nasıl anladınız?

 


Bence Pers Kralı da Mısır halkına aşık...

 


Mısır halkı da firavuna aşık demek... Pers kralı firavunu aşağılayarak Mısır halkının aşkını öldürmeye çalışıyor...

 


Siz belki fark etmediniz ama, aşırı yorumun (yarı) ironik bir yazışmayla harika bir eleştirisi oldu, elinize, dilinize, beyninize sağlık.









HZ. ASİ

 

“Ben buradayım sevgili okur, peki sen neredesin acaba?”

Çok tekrarlanan bu Oğuz Atay cümlesinin tam tersi bir his:

“Ben buradayım sevgili yazar, peki sen neredesin acaba?”

Ucu açık tarzda bazı metinlerin bana hissettirdiği bu.

Tanrı yazar anlayışına karşı geliştirilmiş bir diğer aşırı uç anlayış: Hayalet yazar!

Anlattıkları kadar anlatmadıklarıyla da var olan metinlere sözüm olamaz, ama giderek… Giderek, Hasan Ali Toptaş’ın yine aynı kitabındaki, arka kapağa da alınmış şu anlayışı hakim kılınıyor: “Doğrusu, hiçbir şey anlatmamış olmayı çok isterdim. Her şeyi ancak o zaman anlatmış olurdum çünkü.”

İlk cümle bir tercihi belirtir, yanlış ya da doğru diyemeyiz, iyi ya da kötü yapıp yapmadığına bakılabilir. Ama ikinci cümleyle edebiyatçı, bir felsefi görüşe gitmek istemiş sanıyorum, belki de farkında olmadan: Hayat anlamsızdır… Ya da bu tarz edebiyatın diliyle söylersek: Hayat hiçbir şey anlatmaz…

Bu felsefi görüşün, eserde nasıl işlendiğinden bağımsız olarak, yanlış olduğunu söyleyebilirim. Hayatın anlamının olmadığı söylenemez, insanın onu bulamadığı söylenebilir… Hayatın anlattığını insanın okuyamadığı söylenebilir…

Hiçbir şey anlatmayan bir edebiyat olabilir, anlam aramayan bir edebiyat da olabilir, ya da harika nihilistik bir eser verilebilir (verilmiştir, benim bile helal olsun dediğim), ama tüm bir edebiyat tek bir yöne doğru götürülmek isteniyorsa, bir metnin sadece kendilerinin uygun gördüğü ve beğendikleri şekilde yazılabileceğini düşünen insanlar çoğalıyorsa, bu “tek tip” edebiyat, anlayışına –takıntısına- dikkat etmek gerekir.

Necati Tosuner de bu kanıda: “Yazarlardan türlerle ilgili bir tanımlama istendiğinde çoğunlukla kendi ürünlerine, anlayışlarına yaslanan bir tanımlama koyuyorlar ortaya.” diyor.

Yıldız Ecevit’in yıllar önce bir eleştirisi vardı, edebiyatta eserini realist olduğu için göklere çıkarmanın anlamı yoktur diyordu, realizm bir tarzdır, o tarzın nasıl kullanıldığı incelenmelidir, ve bunun karşıtı, romantik bir eserle karşılaşıldığında da, realist yapıda olmadığı için o esere değersiz denmemelidir…

 

Bir sav da şu:

“Bittikten sonra metinden konuşmak, iyi yazılmadığını, yetersizliğini gösterir.”

E göstersin!

Güzellik yarışması değil ki bu, diskalifiye olmazsınız, düzeltir tekrar yayımlarsınız; bu müthiş bir fırsat…

Beckett gibi yazarlar “metnime ekleyecek bir şeyim yok, onu özetlemem gerekse, satır satır aynı metni tekrar yazmam gerekirdi” diyebilir (aynı cümleler Tolstoy’a da mal edilmiştir, bunun da ucu açık kalmış!). Beckett’e karşın, her yeni basımında metnini değiştiren usta yazarlar olduğu hatırlatılabilir… Ferit Edgü gibi yazarların, “Yayımladığım metni, kitabımı okumam.” görüşleri de mükemmel bir şey yayımladıklarını düşünmelerini değil, eksik bulma çekincelerini anlatmıyor mu…

 

Benzer bir takıntı daha:

“Kahramanlarınızın önüne geçmemeli yazar kişiliğiniz.”

 

Yani ölseniz de kimsenin haberi olmamalı!.. Sefaletten ölseniz de...

Edebiyatı düşünmenizi anlıyorum, ama bu insanı (yazarı) yok sayarak olmamalı.

Bu, yazarın kendini fazla ön olanda tutmasına karşı geliştirilmiş bir diğer aşırı görüş. Yazarı daha yaşarken öldüren görüş, sanki yazar yaşamıyormuş da kahramanları varmış sadece...

Hatta bazı aşırı uçlarda “kahramanlarım yazdırdı bana romanı” durumlarına kadar gidiliyor. En güzel örneğini Erdal Öz veriyor.

“‘Bir uçurtma gibi’ adlı öykünüzde o uçurtma yapan çocuğu neden öldürdünüz?” sorusuna şu cevabı veriyor:

“Doğrusu bu soruyu neden bana yönelttiğinizi anlayamadım. Öldüren benmişim gibi konuşuyorsunuz. Öyküde de okuduğunuz gibi, o çocuk kayalıklardan atıyor kendini. Öyküyü dile getiren çocuk, yani öyküyü bize aktaran kişi, biliyor onun neden kendini öldürdüğünü ama ben bilmiyorum. O da açıklamak istemiyor. Ölüm nedenini bilmiyorum. İnanın bilmiyorum. O çocuğu ben öldürmedim. O kadar sevgiyle yazdığım o çocuğu nasıl öldürebilirim.”

Tam edebiyatçı değil mi!

Ne demek istediğini anlıyoruz da abartmasa... Soruya cevap verirken bile öyküsüne devam ediyor, ve bu yüzden de kayalıklardan atlayan çocuktan çok onu yazan kendisi ön plana çıkıyor!

 

2000’li yılların başlarında da, öyküyle ilgili şöyle bir görüş abartılarak, tek doğru diye konulmaya çalışılmıştı: Anlatılabilinen, özetlenebilen öykü iyi eser değildir, o öykü bile değildir, öykü bir başkasına anlatılamamalıdır!

Anlatılabilen, özetlenebilen, ve artık okumanız gerekmeyeceği, fıkra gibi öykülerin değersiz olduğu düşüncesine karşı geliştirilmiş, yine onun kadar aşırı ve yanlış bir görüştü. Oysa, öykü anlatıldı ve özetlendi diye değerini yitirmeyebilir, “anlattım ama bir de okumanız lazım” denilebilir…

Öykü, anlatılamayan değil, anlatıldığında tükenmeyen olmalıdır.

 

Zaten türlerle ilgili takıntı, özellikle romanda o kadar farklı türler denense de hâlâ aşılamadı…

Yazar bir arkadaşım bazı metinlerim için şöyle demişti: 

“Bunlar iyi metinler ama öykü değiller…”

Doğrusu ise, şu olmalıydı:

“Bunlar öykü değiller, ama iyi metinler…”

Yani ortada gerçek bir “ama” yok…

 

Hasan Ali Toptaş’ın kitaptaki başka denemelerinde iki örnek var, ikisi de aynı denemede yan yana konulmuş, ama bence onlardan çıkabilecek şeyler pek yan yana konulmamış…

“Çehov’un tüfeği” adıyla anılan bir sav vardır: Bir eserin bir yerinde örneğin duvara asılı bir tüfek bulunuyorsa, eserin içinde bir yerlerde o tüfek mutlaka patlamalıdır. Yani bir ayrıntı verirseniz, bunun bir işlevi olmalıdır. Böyle dendi, böyle kabul edildi yıllarca, ama daha sonraları, şimdi, bu görüşün aşılmış olduğu söyleniyor, hayatta da gereksiz ayrıntılar çoktur, ve bir eser de bunları konu edebilir… Bence de çok doğru.

İkinci örnek ise: Buzdağının dokuzda birinin su yüzünde olması gibi, eserin de ancak dokuzda biri görülür olmalıdır, “derinnn” eser ancak böyle olur…

Bakalım salt böyle eser verilebileceği görüşü ne zaman aşılacak…










PAŞA PAŞA

 

Melih Cevdet Anday, Baudelaire’in Fransızcasından çeviri şu lafını konu ediyor:

“Satırların yerini değiştiren hareketten nefret ediyorum”

Çok sevdim ama tam olarak anlayamadım, diyor.

Ne güzel.

TV seyrederken bazen hayal ediyorum kendimi, o bilmiş bilmiş konuşan tiplerin arasında, bir açık oturumda, birilerine, paşa paşa şunu söylerken:

“Efendim, ben zekamı şuradan bilirim; bu konuda yeterince fikrim yok, diyebilirim. Hem de bir dolu konuda bunu söyleyebilirim.”

 

O nedenle sevdim Melih Cevdet Anday’ın “Çok sevdim ama tam olarak anlayamadım” demesini. Ve gerçekten anlayamamış, diye düşünüyorum Anday.

“Ne lüzum var anlamaya.” dedikten sonra, şöyle devam ediyor: “Şairin düpedüz “hareket”e karşı olduğunu sanıyorum bu dizede. Bir de benzetme yaptım, “ağaçlar yerlerinden oynamadıkları için hayvanlardan daha soyludurlar” dedim. Sabahattin Kudret Aksal ise bu dizede şairin “mükemmelliği” anlatmak istediğini söyledi, bir çizgisi bile değiştirilemeyecek olan mükemmelliği.”

İki ünlü-büyük yazarla ilgili okumuştum, biri diğerini fazlaca okuyamamış, fazla gelmiş diğer yazar, kendi kafasındakilerin üzerine... Anday için de aynı şey geçerli olmuş olabilir. O zamanki düşüncelerine uygun bir düşünceye “sapmış” Anday, ağaçlar, hayvanlar ve soyluluk benzetmesi çok güzel ama konunun dışında kendi kafasındaki güzellik!

Harekete karşı değil, satırların yerini değiştiren harekete karşı...

 













DOĞRU SÖZE NE DENİR

 

“La terre est une orange blue”

 “Dünya mavi bir portakaldır.”

Melih Cevdet Anday:

 “Mavi bir portakal olduğunu Eluard’dan duyduğum günden beri dünyamızı daha güzel buluyorum, daha seviyorum. Ama Aragon bakın ne yazdı da bu sevinci yarıda bıraktı. “Bu bir doğru sözdür” dedi. Çünkü portakal da yuvarlakmış, dünyamız da; sonra portakal hamken mavi olurmuş… Anlaşılmaz bir yanı yok diyordu Aragon bu dize için. Oysa bu dizenin doğru olup olmadığını araştırmak aklımın ucundan geçmemişti benim. Portakalın hamken mavi olduğunu bilmeden, düşünmeden de sevmiştim onu.”

Anday, sonra bir yanlışlık yaptığından söz ediyor: Eluard’ın dizesi de çevirisi de farklıymış. Doğrusu:

“Yeryüzü mavidir portakal gibi.”

Ben de bu çeviriyi biliyordum, ve bu bana daha şiirsel gelmişti -portakalın hamken mavi olduğunu bilmeden.

Dünya mavi bir portakaldır, demek, şeklen portakala benzeyen, ama mavi renkte olan bir şeyi tasvir ediyordu ve bu da çok özel durmuyordu.

Halbuki “Yeryüzü mavidir portakal gibi.” dendiğinde kafam alkol almışım sevişmişim çıplak yatıyormuşum ve bu ne yahu diye düşünüyormuşumdaki gibi oluyordu ve Eluard’ın -yani şair olarak kabul edilen birisinin- söylediği bir cümle olarak da kabul ettiğimden daha özel geliyordu bana.

Portakalın hamken mavi olduğunu da Anday’ı okurken öğrendiğimde, güzelliğin biraz yana çekilmiş, başka bir özelliği davet etmiş olduğunu düşünüyordum: Anlam...

Olmamıştır daha dünya, diyordur şair.

Güzel diyordu; doğruyu da kapsayan gerçek güzelden söz ediyorum.

Yani aslında Aragon’a katılıyordum, bu bir doğru sözdür diyen. Bazı şeylerin açıklanmasını sevmeyen şairlerin ve yazarların “kadınsılıklarını” düşünerek ve bunun da onların özelliği olduğunu unutmadan.

Deniz kabuğunu kulağımıza dayadığımızda duyduğumuz dalga seslerinin bedenimizdeki kan dolaşımının sesi olduğunu öğrendiğimde, dalgaları duyma mucizesinden birkaç kat daha müthiş bir mucizeyle karşılaştığımı düşündüğümü de asla unutamam. (Bedenimizin de doğa olduğunu ne çok unuturuz!)

Mantık, duyguların yokluğu değildir. Ne yazık ki bu ikisinin -mantığın ve duyguların- bir arada bulunmasına mucize olarak bakmaya “geriliyoruz” çoğu kez. Dünya mavi gerçekten de portakal gibi.

 
 
 
 
 
 
 
 
 


KASTETTİN HOCA

 

“X filozofu okudum ama tam anlayamadım.”

“Y filozofu okumak için zorladım kendimi.”

Bunlar normal, okumuş, biraz ya da epeyce zeki ve entelektüel insan lafları…

Böyle diyenlere, özellikle belli bir yetersizlik hissi ve aşağılık kompleksiyle bunları söyleyenlere; felsefe eğitimi görmüş, hatta profesör olmuş ya da sıkı bir okur olan yazarların söyleyişlerini yetiştiririm hemen:

“X filozofu anlayabildiğim kadarıyla…..”

“Y filozofun çetrefil metnine benim yorumum…..”

“Z filozofun orda kastettiği, bence…..”

 

Bunun en son örneğini 23 Aralık 2007 tarihli Milliyet gazetesi Pazar ekinde yakaladım. Hepsinden daha ilginçti…

Efsanevi felsefeci olarak bilindiği söylenen Prof. Dr. İoanna Kuçuradi:

“Gündelik hayatta felsefenin boş laf kalabalığı olarak nitelenmesinin (“felsefe yapma”) nedeni biraz da anlaşılmaz bir dille konuşan yazan felsefeciler. Bir şeyi anlaşılmaz bir dille söylediklerinde felsefe yaptıklarını sanıyorlar. Oysa çok daha yalın bir dille de söyleyebilirsiniz.”

Ama bu cümlelerden birkaç santim aşağıda:

“Mesela Etik kitabımın çok zor olduğunu söylüyorlar ama ben aynı konuyu ders verirken çok yalın bir dille anlatabiliyorum. Başka filozofları anlatırken de bunu yapıyorum. Örneğin, Kant’ın Kesin Buyruğunu anlattığımda, bu muydu hocam? diyorlar…”

Kütüphanemde gereksiz yer tuttukları (ya da benim onları aşmış olduğumu düşündüğüm) için “bağışladığım” bazı kitaplar için beni bağışlayın, kimsenin akıl sağlığına kastetmek istememiştim…

 

Felsefecilere yazan felsefeciler, edebiyatçılara yazan edebiyatçılar…

 

Bir edebiyat takıntısını daha belirtebiliriz burada: “Gazeteci, siyaset bilimci, tıp profesörü kendiliğinden, roman okuru olabileceğini, edebiyatın iç gelişmelerinden büsbütün habersiz kalmış olmakla birlikte eline alacağı her kitabı bir çırpıda okuyabileceğini sanıyor.” diyor Enis Batur.

Oysa Atilla İlhan da şöyle diyor: “Edebiyat gün geçtikçe meraklısı için bir uzmanlık dalı olmaya doğru götürülüyor. Oysa o birey olabilmenin ‘olmazsa olmaz’ koşuludur.”

 

Edebiyat da teslim olmuş gibi sanki. Evet, isteyen istediği kadar “zor” yazabilsin, ama tüm edebiyat da meraklısı için bir uzmanlık alanı olmasın. Ya da tam tersi durumda, bir metnin ucu açık diye dileyen dilediği yere götürmesin.

Tanrı yazarı koltuğundan alaşağı eden edebiyat alemi, okuru peygamber atadığının farkında değil; ona, okuduğu yazarın kitabını dilediği yere çekebileceğini düşündürecek kadar ukala olma hakkı verdiğinin!

 

 
 
 
 
 


TERMO METRES

 

“-Bazen cidden beni sevdiğini düşünüyorum.

-Ben giderek severim, zamanla ya da uzaklaşarak…”

 

-Ne güzel bir diyalog yukarıdaki, ama soruyu soranın kafasını daha da karıştırır. Evet veya hayır diye sade bir cevap verseymiş ya. Evet, cidden seviyorum; hayır, yanlış anlamışsın, gibi ama o zaman böyle esrarlı bir cevap olmazmış tabii. Neyse, görünce yazıyı güzel buldum, söyleyeyim dedim.

-Sağ ol. Güzel buldum ama olmamış diyene de ilk defa rastladım:)

-Yani demeye çalışmıştım ki, cevabı veren öyle bir şey söylemiş ki zamanla seni daha çok seveceğim mi demek istiyor, zamanla senden uzaklaşsam da sevmeye devam edeceğim mi demek istiyor, anlamaya olanak yok. İlk yorumu yapan, bekleyip görecek.

-Cevap veren biri yok orada... Bir de böyle bak bakalım.

-Halbuki yalın bir cevap verseydi de, içi rahatlasaydı ne güzel olurdu.

-Güzel olmazdı öyle... Çünkü hiç olmazdı. Var olmazdı.

-Şöyle düşündüm, ben birine "beni cidden sevdiğini düşünüyorum" deseydim ve diğer cümleyi cevap olarak alsaydım, ben artarak severim mi demek istedi, ben gitsem de severim mi demek istedi, ikisini de mi demek istedi, mahvolurdum.

-“Bazen”i atlamasak aslında. Sonra da: Artarak severim diye bir anlam yok ama orada. Gitsem de severim diye bir anlam da ancak belki var...

-Var: Yağmur giderek çoğalacak cümlesi gibi, ben giderek severim, sevgim birden büyümez, giderek büyür.

-Giderek büyür, giderek çoğalacak ve giderek severim’lerde çoğalma anlamı sadece ilk ikisinde var... O da, “giderek”ten değil zaten, “büyür” ve “çoğalacak” fiilleri olduğundan.

-Ben öyle de anlamışım en azından, biz öğrencilerle çalışırken veya velilerle, şöyle bakarız "anlam, benim ne anlattığımı düşündüğümde değil, karşımdakinin ne anladığıyla sınırlıdır."

-Yanlış anlamışsın ama öyle bir anlam yok ki.

-Neyse, ben kendimce farklı anlamışım demek ki.

-Giderek severim ile giderek daha fazla severim aynı şey değil.

-Severim fiil, büyür fiil, severim yerine büyürü koy. Sel giderek büyür. Ben bu cümle gibi anlamıştım.... Demek ki anlamamışım veya farklı anlamışım.

-Büyür fiili olmadan sevmek nasıl büyüyor. “Giderek” tek başına büyüme anlamını verir mi…

-Neyse, bu konu GİDEREK çığırından çıkıyor.

-Yani henüz çıkmadı.

-Ben bu durumu MSN'den GİDEREK çözeyim bari.

-Bence yayımlanacak kadar güzel bir tartışma oldu. İzin verir misin.

-2’de toplantım vardı geç bile kaldım, bye. Olur.

-Şu çığırından giderek çıkan, ve giderek daha fazla çıkan "anlam, benim ne anlattığımı düşündüğümde değil, karşımdakinin ne anladığıyla sınırlıdır" anlayışının da iyi bir eleştirisi olacak.


Şimdi:

“Yanlış” ve “farklı”, farklı sözcükler.

“Yanlış anlamışım” yerine “farklı anlamışım” dediğinizde, farklı olmuyor sadece, yanlış oluyor.

Farklı anlayış ve yanlış anlayış arasındaki sınır kalkmamalı, bu ikisi aynı yerde yaşamamalı…


Artık anlatılmak isteneni, onu anlama konumunda olan insan alıyor ve giderek “senin verdiğin anlam değil benim anladığım anlam daha doğrudur” noktasına taşıyor. Anlaması beklenen, mesajın gönderildiği kişi, anlamı sahipleniyor, yanlış sahipleniyor, üstelik yanlış sahiplenmiş olamayacağı konusunda sizinle, mesajın sahibiyle tartışmaya giriyor, aynen yukarıda olduğu gibi.

Bu inanç, çağımızın en büyük özelliği (sorunu):

Her şey, ama her şey görelidir!

O da öyle düşünüyordur!

 

Hava ona göre soğuksa soğuktur, değilse değildir, termometre de nedir!

Edebiyatın termometresi olmaz, ama olmaz olur mu…

 

Başka bir “yorum”...

-Sevdiği zaman giden bir grup vardır bazen yanlıştır sevmek onu o zaman giderler değil mi. Sevdiği zaman tam olarak ben gitmeyip kalanlardanım modası geçmiş olsa da sen neden gidiyorsun peki sevdiğin zaman?

-Sevdiğim zaman gitmiyorum, sevebilmek için gidiyorum.

-"Ben giderek severim" diyorsun ya ondan öyle düşündüm.

-Evet “giderek severim” diyorum, “severek giderim” demiyorum ki…

-Tamam şimdi daha anlaşılır oldu.

-Ama zaten öyleydi.

-Tamam belki de öyleydi, ben farklı algıladım.

-Birisi daha, farklı algıladığını söyledi. Ama farklı değil de yanlış algıladığını zor anlatabildim ona... Tabii şikayetçi değilim, böylece güzel bir farklılık-yanlışlık farkı metni çıktı ortaya.

-Benle uğraşman gerekmedi.

 









 


KAVRAMLARI KORUMA DERNEĞİ

 

-Ben, yaşamın fazla da değişken olmadığını, ama yaşantıların değişken olduğunu, olabileceğini  olması gerektiğini düşünüyorum. Aynı mantıkla, örneğin, yaşanan aşkların farklılık gösterse de Aşkın değişmediğini düşünüyorum. O değişmez Aşka en çok benzeyen, benzemeye çalışan da işte aşkı gerçekten yaşamış olandır, diyorum. Yani aşkınızı farklı yaşadığınızı düşündüğünüzde belki Aşkın içinde yeni bir alan keşfetmiş olduğunuzu söylüyorum, yoksa yeni bir Aşk keşfetmiş olduğunuzu değil. İnsanlardan farklı yaşadığınızı ama Yaşamdan farklı olmadığınızı...

Her şey birbirine benzer; çünkü hepsi Yaşama benzer, bunu en iyi anlatan söz.

Yani Tanrıya isterseniz Allah demeniz, isterseniz Yehova demeniz isterseniz de başka ad vermeniz, yakın olduğunuz bu ya da şu din aracılığıyla inanmanız, ya da onunla doğrudan iletişim kurmanız gibi. Tek bir merkeze değişik açılardan yaklaşmak gibi: Merkez değişmez. Tanrının merkez olması gibi Aşk da Yaşam da bir merkezdir (belki aynı merkezdir, ya da mantıkları aynı farklı merkezler).

Madalyonun iki yüzü gibi, yazı, turadan ne kadar faklıdır, ve ne kadar onunla aynıdır, aynı merkezdendir çünkü. Taban tabana zıt dediğimizde aynı büyük Tabandan söz ederiz aslında.

Aşk da öyle. Aşk aşktır, tüm yaşanan aşklar bunun içinde yaşanır ve bunu geliştirmez, büyütmez, değiştirmez, sonrasına ya da ötesine geçmez, onun tanımlanmamış bir bölgesini tanımlar sadece.

Dünyada bir yere ilk siz gittiğinizde, yani gerçek anlamda keşfettiğinizde dünyayı büyütmüş olmazsınız, dünyanızı büyütmüş olursunuz...

-Okuduğum bir yazıdan alıntı yapmak istiyorum... Zizek der ki: "Gerçekliğe" ilişkin yapılan tanımlama, tanımlayanın ona müdahale edebilme olasılığını da belirler.

-Kuantumun alanına giriyoruz gibi.

Yazılarımın devamında oraya da geliyorum, ama Zizek'in cümlesi için şunu söyleyeyim: Müdahale, gerçekliğe değil, onun tanımına yapılıyor. Yani "gerçeklik görelidir" diye tanımladığınızda, bu tanımınız size sonraki cümlede canınızın istediği gerçekliği kurabilme olanağını sağlar tabii. Peki gerçekliğe müdahale etmiş olur musunuz? Bence hayır.

Tek şekilde gerçekliğe müdahale edebileceğimize inanırım, gerçekliğin ilerleyeceği yönde bir müdahale. Bilgelik de zaten bunu bulmuş olmakla sağlanıyor, ve yapmış olmakla. Ki hem gerçekliği değiştirmiş oluyorsunuz hem hiçbir şey yapmamış...

Hah, bak, işte yine kuantum

-"Peki gerçekliğe müdahale etmiş olur musunuz? Bence hayır" cümlene takıldım. Tanımladığından "başka" bir gerçeklik nasıl var olacak? Varsa o da, örneğin benim tanımladığımdır.

-"Müdahale, gerçekliğe değil, onun tanımına yapılıyor." cümlemle birlikte oku. Örneğin, düz bir dünya tanımlayıp harika bir eser yaratabilsen de dünyayı düzeltemeyeceğin gibi...

Bak ilginç bir örnek vereyim, daha "göreli" bir konuda: Coetzee’deydi sanırım, bir romanından:

Maymunla deney yapılıyor ve muz önce kolay bir yere konuluyor ve maymun gidip onu alıyor. Sonra muzlar yüksek bir yere asılıyor ve altlarına da üst üste konulduğunda muza ulaşılacak kasalar konuyor.

Coetzee'nin roman kişisi maymunun bu yeni durum karşısındaki gecikmesinin şöyle düşünmesine bağlanabileceğini söylüyor: Bu adamlar neden işi zorlaştırıyorlar!

Aklıma gelmesini engelleyemiyorum: Şimdi burada maymun kim? (Güzel başlık olurmuş.)

Zizek'in cümlesine uyarlamaya çalışayım: Maymunun "gerçekliğine" ilişkin yapılmaya çalışılan tanımlama, tanımlayanın ona müdahale edebilme olasılığını da belirler.

Kesinlikle belirler, ve tam da bu müdahale nedeniyle maymunun gerçekliğini anlayamıyor olabiliriz.









“1900”DEKİ SİGARA SAHNESİ

 

Yaşlı yazar, ölmüş bir yazar üzerine yazdığı kitaba çalışmak üzere arkadaşlarının sakin bir yerdeki evine çekilir. Gece uyurken tıkırtılar duyar, hırsızdan şüphelenir, korkar, bir süre sonra da hırsızı odasında bulur. Yaşlı yazarın kalın camlı gözlüğünü pencereden fırlatan, suratına bir kadın çorabı geçirmiş hırsız, yazara zarar vermeyeceği, hırsızlığının kendince haklı sebepleri gibi konularda yazarla sohbet ederek evi soymaya devam eder. Gerçekten de iyi davranmaktadır, yazarın cüzdanındaki paraların birazını geri bırakır, yazarı bağladıktan sonra sabaha polisi arayacağını söyler, gözlüğünü attığı yerden bulup masaya bırakır, ısıtıcıyı açmayı sorar. Bağırsam da kimse duymaz, ağzımı bağlama diyen yazara üzgün olduğunu söyleyip yapması gerekeni yaparken burnundan nefes alıp alamadığını kontrol eder…

Ona kızmakla kızmamak arasında gidip gelirken yazar, kararını vermesine neden olacak bir şey yapar hırsız: Yazarın varlığını sanki unutmuşçasına şömineyi yakar, yazarın üzerinde çalıştığı kitabın yüklüce notlarını, yazarın bazen yazmaktan daha fazla zaman aldığını söylediği araştırma notları ve kitaplarını, ne varsa, teker teker…

Onu ne olursa olsun bulmaya çalışacağına yemin eder yazar, içinden.

Öğlen gerçekten de kurtarılır. Olayı anlatır, sonra da düşünmeye başlar.

Neden?

Neden!

Neden…

Edebiyatta ucu açık metin takıntısıyla ilgili yazdıklarıma çok iyi bir örnek, John Fowles’un Abanoz Kule adlı kitabındaki Zavallı Koko adlı bu anlatısı.

Açık ucu yanlış tamamlayan örneklerin boşluğunu, ucu tamamlayıp metnin işinin bitmesi, metnin tüketilmiş sayılması çekincesinin gereksizliği, muammanın üzerinde düşünmeyi metne dahil etmenin nasıl zekice zevkli bir eser oluşturacağını, metnin anlamını ve değerini 10’a katladığını vs vs…

Üstelik bir romanına iki ayrı son düşünüp yazmış bir yazardır Fowles. İki son yazması, üç son, dört son yazılabileceğini göstermiyor mu… Ucunu açık bırakmadan da ucu açık metin etkisi yaratmıyor mu…

 

NOT: Bu yazı “1900” filmindeki sigara sahnesi sırasında yazılmıştır. O sahneyle ilgili diyeceğim bir şey yoktur.

 












UZAK AKRABALAR

 

-Bazen cidden beni sevdiğini düşünüyorum.

-Ben giderek severim, zamanla ya da uzaklaşarak…

 


hâlâ sevemediklerimdir sevmeye çalıştıklarım.sevdiğimden giderim.sevmediğimi kovalarım...ta ki sevene kadar...

Yukardaki durumu yaşayan için neler dersiniz sayın Sohtorik.

 

Sayın Sohtorik

Herkesi sevmeye çalışmak, acaba herkes tarafından sevilmeye çalışma arzusundan mı?

 


değil sanırım.sevme bir son gibi gelir bana.sempati içerir.ben empatiyi seviyorum.

 


Siz bence empatiyi sevmiyorsunuz, empatiyi cümle içinde kullanmışsınız sadece:)

Neden mi böyle düşünüyorum...

Yorumunuzun bir alakası var mı benim yazdığımla? Yani belki var ama bu bağlantıyı kurmamışsınız, görülmüyor...

Ben kibarlık edeyim, diyorum, devam edeyim belki konu toparlanır...

Ama hayır, sevmenin size bir son gibi gelmesi, sempati, empati vs!!!

Buralara zamanla, benim konumun çeşitlemeleri olarak tabii ki gidilebilir, uzak akrabalara uğrayalım bir de denilebilir, ama anne babası belli çocuğa cami avlusunda bulunmuş muamelesi yapılmaz ki... Böyle canının istediği yere götürülmez ki bir konu, buna kaçırmak denir, konuyu kaçırmak...

Bunları kendi blogunuzda yazabilir ya da bana sormak istiyorsanız özelden sorabilirdiniz, haksız mıyım...

Ben size sorayım o zaman: Şunu merak ediyorum. Nedir bu benim genelde kadınlarda rastladığım, konuyu kendi hayatına, düşüncelerine, sevdiklerine ve sevmediklerine vesaireye çekme durumu. Kaygısı. Mutlu mutlu ve olanın farkında olmadan da anlatma, paylaştığını düşünme durumu... Benmerkezciliği. Bunu başkasının alanında yaptıkları içinde de, anlayışsızlığı, hak ihlali, ve hatta tecavüzü...

Yani, her neyse bu, empatinin tam tersi.

Nedir bu, açıklayabilir misiniz...

 


yazdığınız konuya bir yorum değildi benim yazdıklarım.sadece paylaşımdı.zaten yoruma açık bir konu değil yazdığınız.sadece insanın kendisinin nasıl davrandığını düşündüren bir durum.ikili sohbetin aktarımı tarzında gibi yazdığınız.ve sohbete katılmaktı benimkide.yazdığınız konularda durumu şahsileştirmeye yöneliyorsunuz sonra katılımlardan rahatsız oluyorsunuz gibi geldi bana.Ayrıca zaman zaman sizinde kişiselleştirdiğiniz yorumlar olmuş karşılıklı yorum yapanlarla.

Birde şunu önemsiyorum bir görüş düşünce yada anlatılmak istenen ancak karşıtıyla olması durumunda daha iyi ifade edilir.bunu bir zenginlik olarak düşünebilirdiniz kendi konunuza sahip çıkmak adına.aydın bir kişinin tarzı böyle olmalı gibi algılıyorum.hoşgörü,sevecenlik,farklılıklara tahammül vb.

Birde empati yapmadım haklısınız.Henüz empati yapacak bir farklılık göremedim :)

Diğer kadınların durumunu genelleyemeyeceğim ama kendi adıma anlaşılmak ve içinde olmak isteği bu kendimi katma meselesi.ama sizin yazdıklarınızı ihlal ederek değil tabi.yazdıklarınızı anlamıştım .

 


Yazdıklarınızı anladım, ama yoruma açık bir konu değil yazdıklarınız, diyorsunuz. Karşıt tarafı göstermeye çalıştım, ben nasıl davranırdım diye düşünerek, diyorsunuz. İkili bir sohbet tarzındaydı yazdığınız, ben de sohbete katılmak istedim, içinde olmak ve anlaşılmak istedim, yazdıklarınız ihlal etmedim, diyorsunuz. Kişiselleştirmeyi zaten, siz de yapıyorsunuz, benimki neden sorun oluyor, diyorsunuz. Bu kişisel katılımlar bir zenginliktir ve aydın kişinin de farklılıklara tahammül duygusuyla bunları anlayışla karşılaması gerekir, diyorsunuz.

Bunların yüzde doksanı doğru laflar; ama sadece bağlamından kopardığımızda. Yukarıdaki hangi düşüncenizle bağlamından kopartıyorsunuz peki? Yüzde on, hangi düşünce? “Onu söyleyelim, ön kabul olarak belirleyelim, kendimizi ikna edelim onla, ki gerisi itiraz edilemeyecek şekilde gelsin” demeye çalıştığınız hangisi?

Tüm bu düşüncelerinize hangi dar kapıdan girerek çıktınız.

Düşünmek ister misiniz…

 

Ucu açık metinleri eleştirirken, o metnin ucunun açık olmasının, ucunu kapatmamız için değil düşünmeye çağlar boyunca devam etmemiz için olduğunu zaten biliyordum, sadece açık ucu ya da uçları doğru görmemiz ve doğru bir uçtan hareketle yorumlamamız gerektiğiydi belirtmeye çalıştığım, çünkü usta ya da büyük ya da ünlü dünya yazarlarımızın konunun ucunu kaçırdıklarını düşünmüş ve bunu göstermiştim… Sizinle yaptığımızın o duruma katkısı güzel, siz o yazarların en azından niyet ettikleri gibi, konuya bir yerinden, bir ucundan devam etmeyi aklınıza getirmiyorsunuz bile, metnimin zaten yoruma açık bir metin olmadığını söylüyorsunuz. Bu kapıyı açtıktan –metnimin dünyasını kapattıktan- sonra, kendi dünyanızdan devam etmenizden doğal ne olabilir ki!

 












LAPTOPLU MAĞARA ADAMLARI

 

Şuradayız: "Anlam, benim ne anlattığımı düşündüğümde değil, karşımdakinin ne anladığıyla sınırlıdır."

Daha “bilimsel” konuşalım: “Amerika'da 1950'lerden, Avrupa'da 1970'lerden sonra genel olarak edebiyatın, ''yol göstericilik'' gibi bir görevi olamayacağı kanısı başgösterir. Gerçeklerle uğraşmak bilimin işidir artık, edebiyat ise müzik gibi, resim gibi bir sanat dalıdır, ölçütü doğruluk değil güzelliktir. Güzel ise görecedir, yargı algılayan kişiye göre değişir.” (Prof. Dr. Gürsel Aytaç)

Bu anlayışın, edebiyatı -belki tam da yol göstericilik yaptığı, doğası gereği yapabileceği için- atıl bir noktaya sürüklemeyi amaçlamış olup olmadığı düşünülmeye değer; ama benim esas sorunum hayatla doğrudan ilgili şu durum:

“Yargı, algılayan kişiye göre değişir.”

Bir yazar yazdığı eserin algısını bu kadar çok okuyana nasıl bırakır!

Söylediğinin her anlama çekilmesinden kim mutlu olur!

 

Bu görelilik anlayışına nasıl gelindi?

Bülent Somay’ın “Bir şeyler eksik” adlı kitabına bakabiliriz:

“20. yüzyılın ortalarında hüküm süren aydınlanmacı inanç sistemleri bize nesnel olarak belirlenebilen tekil bir hakikat vazedegelmişlerdi, postmodern inanç sistemleri buna karşı çıkarak hakikati görelileştirdiler. Nesnel ve mutlak bir hakikat yerine her düşünce sisteminin, her yöntemin ve giderek her bireyin kendi başına ulaşabileceği göreli, çoğul ve sonsuz bir hakikatler dizisinden bahseder oldular. Ortak hareket biçimleri ise bu sonsuz sayıdaki hakikat arasından tartışma ya da pazarlık yoluyla varılabilecek mutabakatların bir ürünüydü. Böylece metaların, daha sonra düşünce, duygu ve inançların daha sonra da sanatın ardından en nihayet hakikat de serbest piyasa ekonomisinin bir parçası haline geldi.

Postmodernizm hakikati mutlak konumundan kurtardı kurtarmasına ama metalaştırdı, bir pazarlık ve alım satım nesnesi haline getirdi. Kapitalizm Avrupalı iken mutlak ve evrensel bir hakikate ihtiyaç duymuştu, küreselleşince çok kültürlü çok hakikatli olması gerektiğini fark etti ve postmodernizmin hakikati öznelleştirip dağıtan dinamiğini benimsedi.”

Bunları okuduğumuzda öznelliğimizin ihya edildiğini değil de birileri tarafından ihya yalanıyla kullanıldığımızı; “istediğinizi düşünebilir, istediğinizi doğru olarak savunabilirsiniz, sizin hakikatiniz hakikattir, her şey ‘size göre’dir” diyen birileri tarafından özgür kılındığımızı, demokratik bir toplumda yaşadığımızı, fikir özgürlüğüne falan sahip olduğumuzu değil de her kafadan bir sesin çıktığı bir karmaşalar toplumunda yaşadığımızı düşünebilmemiz gerekiyor.

Duygu, düşünce ve inançlarında özgür olmamak değil söylemeye çalıştığım. Ama duygu, düşünce ve inançlarımızı edinebileceğimiz, gözden geçirebileceğimiz hiçbir sağlam kaynak kalmadığında nasıl gerçekten güvenilir duygu, düşünce ve inançlarımız olabileceğini sormak… Olamayacağını söylemek.

(Bilmediği bir konuda ansiklopedik bilgiyi araştıranla Ekşi Sözlük sitesini araştıranların oranı nedir? Dedikoduysa çağın bilgisi, kocakarılardır en bilgelerimiz!)

Bülent Somay, “Psikanaliz Adam Philips’in dediği gibi aydınlanmanın evrenselciliği ile postmodernist göreliliğin tam arasında bir yerde durur.” diyor ve bize bakabileceğimiz bir öğreti veriyor.

Ama hemen sonra da şunları diyebiliyor, ben mi yanlış anlıyorum diye birkaç kez okudum: “O yüzden bir filmin yazarı yönetmeni tarafından nasıl anlamlandırıldığı bizim onu anlamlandırma çabamızda önemli bir yer tutmaz, bizim aradığımız şey o metnin hakikati değil kendi hakikatimiz…”

Görelilik tuzağına mı düşmüş acaba Bülent Somay?*

 

*Hilmi Yavuz da mı aynı tuzağa düşmüş: Gerçek bir hikaye aktarıyor: Hoca, öğrencilerinden, tahtaya alt alta yazdığı (ve onların kim olduklarını bilmediği) beş özel ismi, bir dinsel şiir olduğunu bildirerek yorumlamalarını istemiş. Öğrenciler de, bu beş özel ismi, bir şiir gibi okuyarak yorumlamışlar. “Metin diye bir şey yoktur; sadece okur ve onun yaptığı yorum vardır!” görüşünü kanıtlamak için yapmış bu deneyi...

Bu gençleri paylamak zorunda kalıyoruz sonra, “Metin diye bir şey vardır, sizde mantık diye bir şey yok mudur?” diye!

“Bir şiir gibi okuyarak yorumlamışlar”!

Ortada bir şiir yok ki, neyi yorumluyorlar!

Postmodern, yani modern sonrası diye bir şey varsa, gerçek sonrası diye bir şey de olabilir, budur…

 

 

“Pratikte bir anlamı olan hakikatler, vahiyler ve tebliğler ya da üstün yetenekli dahi ermiş bireylerin zihinlerinde değil bireyler arasındaki etkileşim alanından doğar ve anlaşılır.”

Size bir soru: Bir jüri tarafından yargılanacaksınız, jürinizi sözgelimi Çetin Altan’ın oluşturmasını mı yoksa halktan seçilmiş birinin oluşturmasını mı tercih edersiniz?

Çetin Altan’ı seçse de onun kararına itiraz edecek ve gücünü de “yaşadığımız çağın anlayışı”ndan alacak; insanlığın sorunlarının Socrates devrinde cevaplanmış olduğunu söyleyen, “ben Türkiye’den bahsetmem” diyen ve kıstası Kozmos olan bir üstada bile “neye göre, kime göre” diye ciddi ciddi soracak insanlar giderek çoğalıyor.

“Özneler öncesinde ve onlar olmasa da var olacak bir hakikat tabii ki vardır ama bu, insanların dil olarak, dil yoluyla kurdukları düzenin terimleriyle algılanabilir anlaşılabilir değildir.” dedikten sonra şöyle bitiriyor metnini Bülent Somay:

“Hakikate ulaşabilirsiniz ama onu kimseye anlatamazsınız…”

İşte bu da, hakikatin göreli olduğunu değil, onu anlatacak dili, iletişimi geliştiremediğimizi gösterir. Hakikate laf etmemek gerek, her zaman olduğu gibi insanlığımıza laf etmeli, onunla uğraşmalıyız… Ki, bir dil geliştirememe nedenimiz, herkesin kendi ayrı dilini, hakikatini dayatmaya çalışması, çünkü hakikat görelidir mantığının olumlanması değil midir…

Onca yıllık tarihimiz var, edebiyatta söylenmemiş söz kalmadığı düşüncesi var, tarihin sonuna geldiğimiz bile söyleniyor... Artık bir insanlık anayasası hazırlanması beklenir değil mi! Hayır! “Hakikat görelidir” gibi ilkel bir mantıktan söz ediyoruz hâlâ…

Kutsal kitaplar var, edebiyatta “kutsal kitaplar” var, ama hâlâ deneme yanılma yöntemiyle öğreniyoruz! Yazarların, filozofların kendisi “felsefe yapmaktan”, “edebiyat yapmaktan” fazlasını beceremiyor… Örneğin, yaşam anlamsızdır, diyen biri filozoftan sayılabiliyor. En önemli yazarlarımızdan biri, kendini böceğe dönüştürmeyi hayal eden biri.

İnsan ırkının zaafları, hâlâ bir hakmış gibi görülebiliyor; orta yaşa geldiğinde olgunlaşmış olmak, yaşlandığında bilgeleşmiş olmak kıstas değil artık.

 

Ali Nesin şöyle diyor:

“Gelişmiş ülkelerde insanlar aptallıklarını gösterme özgürlüğüne sahip değil. Oturmuş bir sistem var buna izin vermiyor. Oysa Türkiye’de trafiği tıkayabiliyorsun, birisini ezip gidebiliyorsun. Bir yaptırım olmadığı için de bunları yapmaya devam edebiliyorsun.”

Dünya, gelişmemiş bir ülke gibi. Tüm dünya, bir üçüncü dünya ülkesi…

İnsanın olabildiği de, laptoplu bir mağara adamına denk düşüyor…

 

“Evlenmeden önce insanın yakın tarihini öğrenin.” diyor Ünsal Oskay.

Ama aileden sorunlu devlet bakanımız Hülya Avşar’dan öğrenmeyi tercih ediyor herkes.

Peki ne yapacak, Anna Karenina’yı mı okusun!

Pek tavsiye etmem, Anna Karenina’nın “esas” hikayesini bir kenara bırakırsak, Tolstoy’un romanında ikincil kahramanlardan Levin ve Kiti’nin hikayesinden evlilikte kadın egemenliği metni çıkar sadece, görebilene; gerçek mutlu ilişki ipuçları çıkmaz, yazarı mutluluğa inanmadığı için.

Edebiyatın (felsefenin) mutluluk diye bir şeye inanmaması, acıdan beslenmesi, tarihin bir yerlerinde acıdan beslenmeye başlaması ve böylece devam etmesinden midir… Hazdan da beslenerek başlasaydı sanıyorum bugünkü estetik açıdan etkileyici denebilecek ama felsefi açıdan hatalı, olumsuz ve umutsuz eserler bu kadar verilemez, edebiyat artık neredeyse tümüyle bunlara dayanmazdı.

Bir deli bir taş atmış bin akıllı çıkaramamış, mantığıyla mı ilerliyor edebiyat. Yanlış yol mu gösteriyor…

“Böylece bendeki duyarlı adam yavaş yavaş silinerek, yerini güzel konuşmasını bilen adama bıraktı.” der Oyunculuk Üzerine Aykırı Düşünceler’de, Diderot.

Edebiyat bana bazen, sadece güzel konuşan birinin konuşmaları gibi geliyor. Hayran oluyor ama peşinden gitmiyorsunuz, yani ben gitmiyorum… Güzel ama aptal bir kadının peşinden gitmediğim gibi…

Acıya duyarlılık, hakiki duyarlılık olarak alınıyor, ama tek yöne duyarlı olmak, yarı yarıya duyarsız olmak demektir.

Hasan Ali Toptaş’ın kitabından çıktı tüm bu metinler, en iyi örneklerden birini de yine o kitabında veriyor:

“Cioran okumak her daim iyidir çünkü insana kendini kötü hissettirir.”

Günümüzde biraz edebiyattan anlayan hiç kimse Toptaş’a sormaz, neden kötü hissetmeye bu kadar düşkünsünüz diye, kimse bunu açıklamasını beklemez, doğal hal budur, onlara göre…

Bunun nedeni, küçük yaşlardan okumaya başlamak olabilir mi…

Böyle doğmuş olmayabilir her yazar, ama çoğu erken yaşlarda okumaya başladıklarından böyle olmuş olabilirler…

Mutluluk bir hal, bir durum değil bir karakterdir demişti, Ahmet İnam. Edebiyatın karakteri mutsuzluk mu, yoksa çevrenin kötü etkisinden söz edilebilir mi, okuduklarının kötü etkisinden…

“Bir hikayeyi dünyadaki bütün insanlar arasında sadece size göründüğü şekliyle anlatabilirseniz kaçınılmaz olarak özgünlük tohumları taşıyan bir eser yaratmış olursunuz. Bu, sıradan yazarların becerebileceği bir iş değildir, bunun 1. sebebi yazar olacak kimselerin okumaya başladıkları günden beri kendilerini başkalarının yazıları içine gömmüş olmaları ve acıdır ama dünyayı başkalarının gözüyle görme eğilimine girmiş olmalarıdır.” (Dorothea Brande)*

 

*Tabii burada muhtemelen benim eleştirdiğim büyük yazarlardan söz etmiyor... Evet, haklıdır, büyük yazarlar birbirinden özgün olabilirler. Ama hâlâ acıdan özgür olamamışlardır...

 

Böylece “hayatı karşılayan eser” “insanın ve yaşamın gerçekliğine yönelik eser” takıntısını da açık edebilirim burada. Nedense sadece bunalımlı, karamsar eserler bu kategoriye sokulur, ama dediğim gibi bu bir kategoridir, felsefi anlamda hayatın sadece bir yönünü karşılıyordur bu eserler… Ben, örneğin, hayatımı karşılayan bir eser bulamadığımdan oturdum kendi hayatımı yazdım, yazıyorum. Neden mi? Çünkü mutluyum! Kendimle özdeşleşebileceğim o kadar az yazar var ki!

Sorunlara karşın mükemmel bir basitlikteki güce inanıyorum: Nefes almaya… Bu basit gücün bugüne kadar gelmiş geçmiş düşünürlerin en az yarısını üfürecek bir güç olduğuna inanıyorum.

Ölüme karşı doğuma inanıyorum.

Planlayarak doğduğumuza inanıyorum...

Kafka’ya ise inanmıyorum…

Onu diğer yarım olarak görüyorum, ama çürük yarım, işte bu da, diyorum, benim mutsuzluğum!

Yüzücü olmak isteyen, ona da gerek yok, ilk kulaçlarını atmasını yeni öğrenen bir çocuk şu Kafka metnini kazayla okusa ne hisseder bir düşünün:

“Ben de başkaları gibi yüzebiliyorum, yalnız benim, başkalarınkinden daha iyi bir hafızam var. Eskiden yüzmeyi beceremediğimi unutmuş değilim. Ama işte bunu unutmadığım için de, yüzme becerim hiçbir işe yaramıyor ve sonuçta yüzemiyorum.”

Algının yaşamı karartması…

Böylece “20’li Yaşlarına Gelmeden Çocuğumu Asla Sokmayacağım Pasajlar” adlı seri yazılara giriş yapmış oluyorum.  

Biraz sonra…







 KLASİKLERİ NASIL OKUMALI:

ORWELL İLE HUXLEY

 

"Orwell kitapları yasaklayacak olanlardan korkuyordu. Huxley’in korkusu ise kitapları yasaklamaya gerek duyulmayacağı, çünkü artık kitap okumak isteyecek kimse kalmayacağı şeklindeydi. Orwell bizi enformasyonsuz bırakacak olanlardan, Huxley pasifliğe ve egoizme sürükleyecek kadar enformasyon yağmuruna tutacak olanlardan korkuyordu. Orwell hakikatin bizden gizlenmesinden, Huxley hakikatin umursamazlık denizinde boğulmasından korkuyordu. Orwell tutsak bir kültür haline gelmemizden, Huxley anlamsız şeylerle ömür tüketen önemsiz bir kültüre dönüşmemizden korkuyordu.

1984’te insanlar acı çekerek denetlenirken, Cesur Yeni Dünya’da insanlar hazza boğularak denetlenmektedirler. Kısacası Orwell bizi nefret ettiğimiz şeylerin mahvetmesinden korkarken, Huxley bizi sevdiğimiz şeylerin mahvetmesinden korkuyordu." (Televizyon: Öldüren Eğlence / Neil Postman)

Bizi sevdiğimiz şeylerin mahvetmesi…

Edebiyatseverler de bunu üzerine alınmalı…




















KARA DİZİ

 

“Yaşamımdaki en büyük talihsizliklerden biri, daha on altı yaşındayken Kafka okumak oldu.” diye başlıyor Oğuz Demiralp “Gündüz Kafka, Gece Samsa” adlı metnine.

“Edebiyat denen müsibet” diyor; öyle sanıyorum ki sevgi cümlesi olarak kuruyor bunu…

Yoksa değil mi?:  “Kendimi günlerin akışına bırakıp yaşayıp gitmek varken, önüme bir sis perdesi çıkarmıştım.”

Yok yok, hala hayata atılmaya çalışan bir gencin doğal hissiyatı içinde yazıyor, sis perdesini aralayabilir...

“Hafta sonu elalem bilmem ne caddesinde piyasa yaparken, ben bu acayip şeyleri okumaktan nasıl zevk alabiliyordum?”

Yeni yetme aklıyla kavrayamamış henüz diye çıkarım yapıyorum bu cümleden de; bir denge durumu olduğunu zamanla anlayacaktır, diye düşünüyorum, el alemlik ile acayiplik arasında, piyasa yapmak ile musibet olmak arasında, beyaz ya da pembe diziler ile kara diziler arasında…

 

Devam ediyor Oğuz Demiralp: “Yazınsal okuma/yazma alışkanlığı 16-19 yaşlarında yerleşir. Bu yaşlarda yazın’ın tuzağına düşmekten daha büyük talihsizlik önemli bir yazar ile yakınlaşmak olabilir(!). Böyle bir ilişkiye giren genç kişinin hem anlıksal hem de ruhsal açıdan yetiştirici olduğu denli ömür boyu izi kalacak bir deneyim yaşaması beklenmeli.” (Son cümle aynen böyle.)

 

Bir kez daha dua ediyorum; 20’li yaşlarımdan önce okumaya başlamadığım için…

 






20'Lİ YAŞLARINA GELMEDEN ÇOCUĞUMU ASLA SOKMAYACAĞIM PASAJLAR

 

 

 Neden böyle bir başlıkla dünya yazarlarından örnek pasajlar... Kafka'dan, Cioran'dan, Hume'dan, Schopenhaur'dan, Thomas Bernhard'dan, Kafka'dan... Biraz açıklamıştım nedenini, ama daha iyi bir açıklama buldum… İşte şu nedenden:

Istvan Örkeny

1 dakikalık Öyküler

"Evde olmak"

.....
-Ne güzel değil mi? Bak bu tren bizi evimize götürecek.

-O zaman ne olacak ki?
-Evimize kavuşacağız!
-Peki ev ne demek? diye sordu çocuk.
-Bundan önce yaşadığımız yer demek.
-Orada ne var?
-Oyuncak ayıcığını hatırlıyor musun? Belki bebeklerin de duruyordur.
-Anneciğim peki orada gardiyan var mı?
-Hayır yok.
-O zaman, oradan kaçabilir miyiz?..

 

 

PASAJLAR


-Yanlış duyum yoktur.

-Yanlış sonuç vardır.


David Hume

“Dışarıya baktığımda daha baştan her yanda tartışma, çelişki, öfke, iftira, ve kötüleme görürüm. Gözümü içeri çevirdiğimde, kuşku ve bilgisizlikten başka bir şey bulamam. Tüm dünya bana karşı çıkmak ve beni çürütmek için elbirliği yapar; ama öyle zayıfım ki, tüm görüşlerimin başkalarının onaylarıyla desteklenmedikleri zaman gevşeyip kendiliklerinden düştüklerini duyarım. Her adımı duraksayarak atarım, ve her yeni düşünce beni uslamlamamda bir yanılgı ve saçmalık korkusuna düşürür.”

 

İnsanın bu kadar yanlış yaşayıp tarihe geçmesi...

Önemli bir filozof olması.

Önemli bir filozof sayılması, diyelim.

Tüm güçsüzlükleri dengeleyen bir güç!

Başarı olarak bile nitelenebilir.

 

Onun başarısı mı peki, felsefeci adamın yani?

 

Milan Kundera

Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nden:

“Ölüme yaklaştığımızı her an bize haber veren kalp atışı...”

 

Halbuki bize yaşadığımızı haber verir.

 

Yaşamdaki her şeye şu anki değerini veren ölümdür.

Ölüm olmadığında her şeyin değeri düşer.

Tek bir şey hariç: İntihar...

Yaşamaya çalışıp yaşayamamaktan daha kötüsü var: Ölmeye çalışıp ölememek.

Cioran’ın harika aforizması:

“İntihar fikri olmasa kendimi çoktan öldürmüş olurdum.”

Ya da

“İntihar fikri sayesinde hayatta kaldım.”

 

Harika! Ama intihar felsefesinin doğrusu şu:

“İntihar bir ölüm biçimi değil bir yaşam biçimidir, sonunda ölümü getiriyor olsa da. İnsan ölüme tutkun olduğu için değil, yaşamı beceremediği için, özellikle bozuk bir bilinçle yaşama katılmak zorunda kaldığı için ölmek isteyebilir.” (Afşar Timuçin)

En doğrusu…

Herkes bu lafa uysa keşke…

Ne olurdu?

Kesinlikle intihar etmezlerdi!

Allahın cezaları…

 

Sartre

“Sonuçta, yaratılıştan bir moral yetkinlik düzeyine eriştiğim yollu karanlık ve derin bir inanca sahibim. Söz konusu olan yalnızca, daha sonraki davranışlarımla onu hak etmektir. Her yeni durum, beni küçültebilecek ve kendime yaraşır bir şekilde kendimi göstermem gereken bir tuzak, bir pusudur.”

 

Thomas Bernhard

“Böylece herkes kendi yaşam hırkasını örüyor. Kimi içine daha çok kalp örüyor, öteki daha az, sonunda hepsi keçeli, fazlasıyla dar, delikleri dar, bitirinceye kadar da ön yüzü fareler ve güveler tarafından yenmiş oluyor, daha bitmeden mahvoluyor olağanüstü parça ve Tanrı o zaman ‘yakışmış’ diyor.”

 

Kafka

“Faydalı bir şey öğrenmeyişimin, buna sıkı sıkıya bağlı olarak kendimi her gün biraz daha bedence erimeye terk edişimin gerisinde bir dilek gizlidir belki. Sağlıklı ve yararlı bir insanın yaşama sevincinin beni yolumdan döndürmesini istemiyorum.”

 

Cioran mı?

“D. kötülüğü özümsemekte yeteneksizdir. O buradan hareket ederek varoluş ortaya koyar, ama bunu düşüncesine katamaz. Bilinmeyen cehennemden çıkacaktır o, ona engel olan şeyin üstündedir. Uğradığı felaketler düşüncelerinde en küçük bir iz bırakmayacaktır. Tepkileri olur zaman zaman yaralı bir hayvanın tepkileri sadece. Olumsuz olana kapalıdır, sahip olduğumuz hiçbir şeyi ayırt etmemesi varlık-olmayanın zenginliğinden başka bir şey değildir. Yine de bazı hareketleri şeytansı bir düşünceyi ortaya çıkarır. Şeytansı olduğunu bilmeden. Bu adam, iyilik tarafından kafası karışmış ve köreltilmiş bir yıkıcıdır.”

 

İşin ilginci buradaki tanımlamalar tam da iyiliği özümseme yeteneksizi için de aynen söylenebilir. Bakalım: Kötümser iyiliğin var olduğunu görür ama onu düşüncesine katamaz, bu yüzden de var olmadığını düşünür. Kötümser ona engel olan şeyin altındadır, altından çıkmak için hiçbir şey yapmadığı için altındadır. Tepkileri olur zaman zaman, yaralı bir hayvanın tepkileri sadece. Olumlu olana kapalıdır, sahip olduğumuz hiçbir şeyi ayırt etmemesi varlık-olanın zenginliğinden başka bir şey değildir. Yine de bazı hareketleri şeytansı bir düşünceyi ortaya çıkarır. Şeytansı olduğunu bilmeden. Bu adam kötülük tarafından kafası karışmış ve köreltilmiş bir yıkıcıdır.

 

Yani fark bilinçtedir.

 

Cioran

“Bir canlı olarak varoluşum fikirlerimle çelişki halinde.”

 

Fikirlerinin yanlış olduğunun kanıtı işte bu. Tabii asıl şu: O yanlış fikirlerle varoluşunu nasıl doğru kavrayabilirsin?

 

Size umutsuzluğu aşılayan laflara inanmayın, bu lafları ta içinizde hissediyorsanız da, kendinize (inanmayın)…

 

 

Jean Cocteau

“Burada yaşamaya çalışıyorum, ya da, içimdeki ölüme benimle nasıl yaşaması gerektiğini öğretmeye.”

 

Nasıl meydan okuyucu bir laf! Hoşuma gitti. İnsan ölüme böyle meydan okuyabilmeli! Karşısına almadan meydan okuyabilmeli insan böyle her şeye.

 

Bir internet sitesinden sağlam acılı edebiyat.

“Yaşam önce sınava sokar sonra dersini verir...”

 

Yaşam önce sınava sokup sonra dersini falan vermez, sınava dersine çalışmadan giren insandır; dersini böyle acı bir şekilde aldığı için yaşamı suçlayan insan; kendi aklında ve davranışlarında değil de yaşamın tasarımında bir hata olduğunu düşünecek kadar benmerkezcil olan, bu benmerkezciliğin en büyük hatası olduğunu çağlar boyunca anlayamayan insan.

 

            Romanım da buradan başlayacak…

Artık hazırsınız…